27 Ağu 2010

çocuğunun yeteneğini keşfetme sürecinde ebeveyn


ne okula ilk başlama zamanı, ne ergenlik dönemi, ne üniversite, ne başka bir şey, bir ebeveyni çocuğunun yeteneğini keşfetme sürecindeki kadar yoramaz. yaklaşık 2 yaş civarında başlayan bu süreç ebeveynin çocuğunun bir yeteneğinin olmadığını anladığı ergenlik dönemine kadar sürer. zaten çocuğun bir yeteneği olsa bile ergenlikte ebeveyn olaydan tamamen kendini sıyırır.

şimdi her ebeveyn çocuğunun müziğe yetenekli olduğu yönünde bir algıyla karşı karşıyadır. sanırsın tüm ana babalar mozart doğuruyor. mesela beni ele alalım. çocuğun ilk oyuncakları bir flüt, bir org, bir tuba, bir ksilofon, bir gitar ve bir trampet. çocuğa seçme şansı vereceğim ya, çağdaş bir ebeveynim ya her tür enstrümanın çocukçasını aldım. vurmalı, nefesli, yaylı, tuşlu ne varsa topladım. 2 yaşındaki sabinin önüne diziyorum eleman flütü alıp orga vuruyor tubayı alıp leğene atıyor gitarı alıp atçılık oynuyor. çağdaş ebeveyn bir anda “mozart senin yaşında ilk konçertosunu bestelemiş duyarsız!” diye bağıran bir orantısıza dönüşüyor. çocuğun bürrrrpşşşttt şeklindeki nidalarına babanla düzgün konuş diye cevap veren bir salağa geçiş yapıyorsunuz. çocuğa klasik müzik cdleri dinletiyorsunuz ama o annesiyle serdar ortaç şarkısı dinlerken daha çok zevk alıyor. bundan bir bok olmaz diyorsunuz ki daha yaş 2.

sonra resim geliyor, nedendir bilinmez bir ebeveyn çocuğunun müziğe ilgisinin olmadığını düşündüğünde ikinci seçenek olarak aklına resim gelir. hayatında bir resim sergisine gitmemiş birisi oğlunun neden ressam olmasını ister bilemiyorum. bu kanıya vardıktan sonra gelsin parmak boyaları gitsin pastel boyalar, boyama kitapları. arkadaşım 3 yaşındaki çocuk daha kalem tutamıyor önüne transformers boyama kitabını koyunca anlamıyor haliyle. bir de sürekli olarak başında “oğlum hiç bumblebee’nin rengi kırmız olur mu biraz kafanı kullan ya” diyen biri varsa çocuktan hiç verim alamıyorsunuz.

her ebeveyn çocuğunun güzel sanatlara yeteneği olduğunu düşünür. dans etsin, resim yapsın, 4 yaşında arya söylesin, 6 yaşında ilk kişisel sergisini açsın, 11 yaşında londra kraliyet müzik okuluna kabul edilsin ister ama olmuyor. siz piyano çalsın diye yırtınırken o omnitrix’in düğmesine basıp ateş topuna dönüşüyor. siz büyüyünce “bizim evde hep müzik konuşulurdu” desin diye annesiyle derin chopin tartışmalarına giriyorsunuz o flapjack izleyip eğleniyor.

ah şu ebeveynler yeri geliyor mandolin ile melodikayı karıştırıp sizi iyice buhrana sürüklüyor. çocukları rahat bırakın yetenek dediğin sadece müzik, resim, sahne sanatları mı? yetenek insanın kendine yakışanı yapmasıdır. harika bir final oldu kabul edelim.

hayali arkadaşı kabullenen sabır küpü ebeveyn

-kevın kim kırdı bu vazoyu?
-deyvit kırdı baba
-deyvit?
-görmüyor musun? yanında duruyor...
-anladım... ama deyvit'e söyle bundan böyle daha dikkatli olsun
-(kocaman gülümseme ile) tamam babaa!

20 yıl sonra

-komiserim katil 30 yaşlarında katolik bir beyaz, kevın makkormik
-vukuatı var mı?
-hayır ama şizofreni belirtileri gösteriyor...


göstermemesi mümkün değil! babası zamanında "ne deyvit'i it herif" deyip bir tokat patlatsaydı kevın'a bugün kevın seri katillikten daha iyi bir meslek edinebilirdi. ama olmaz eğer amerikalıysan ve ebeveynsen çocuğunun hayali arkadaşı için sofraya bir tabak daha koymalısın, çocuk her yediği haltı hayali arkadaşın üzerine atarken sırıtarak "bir daha olmasın" demelisin, işte sen amerikalı ebeveyn böyle yaptıkça şizofrenin, paranoyağın ardı arkası kesilmiyor.

eğitim anlayışınız boktan arkadaşım. hadi diyelim o çocuk, hayali arkadaş edinmek onun için bir zaruret, sana ne oluyor? bunu kabullenip, hek aktiviteye onu dahil etmek, cezaları kevın yerine deyvit'e vermek de neyin nesi? hepiniz mi salaksınız.

terapistler amerika'da iyi yere tezgah kurmuş. hayali arkadaşı olan çocuklara sahip çıkın telkininde bulunuyorlar ki kendinden sonra yetişecek terapistlere de iş çıksın. ben okyanusun ötesinden bu gerçeği kavradım ama bu “hot dog” kafalı amerikalılar bunu çözemedi.

işin asıl tuhaf yanı ne biliyor musunuz, bu kodumun geri zekalıları dünyaya hükmediyor ya ben ona deli oluyorum. adam küçükken odasında deyvit'in götünü bezliyor, 30 yıl sonra amerikan başkanı oluyor. nasıl oluyor da bu oluyor işte onu çözemiyorum.

bizim çocuk bana "baba oyuncağımı ali kırdı" dese, kim ulan ali derim; "yanında duruyor görmüyor musun?" dese, ali'yi tuttuğum gibi camdan atarım "bir daha o ibişi eve alırsan bacaklarını kırarım" derim olay kapanır. sanmıyorum ki o çocuk bundan 20 yıl sonra bu olayı hatırlayıp da bana "ali'ye ne yaptın sen!?" desin. ha amerikalı çocuklar diyorlar o ayrı, sanırım gdo'lu mısırdan kaynaklı bir durum.

Hansel ile Gretel in babası

aldığı ikinci karısının ağzına bakarak öz evlatlarını açlıktan ölmeyelim (!) endişesi ile ormanın kuytu köşelerine bırakacak kadar godoş, şerefsiz ve ibne evladıdır kendileri.

ilk karısından olan dünya tatlısı, düşünceli, sakin, munis iki çocuğunu yeni aldığı ve hemen yörüngesine girdiği karısının bir iki sözüyle, fazla bir direniş göstermeden götürüp ormanın dibine bırakmış, “siz burada eğlene durun ben bir iki ağaç kesip geleyim” diyerek kaçmıştır. masalın bundan sonrasında sonuna kadar bir daha görmeyiz bir bu baba demeye dilimin varmadığı amın evladını.

peki ne yaptın adını bile bilmediğim sözüm ona baba? eve gidince karnını doyurdun mu? yastığa başını rahat koydun mu? seviştin mi o orospu karınla? çocuklar ormanın dibinde kurda kuşa yem olacakken sen ne yaptın? şöminenin başında pipo mu içtin ibne? sen ne sikim bir babasın? bu kadar mı hanım köylü oldun? o çocukların küçük olanı kız lan allahsız, iti kopuğu var, sübyancısı var hiç mi düşünmedin bunları? sen ne adi bir insansın.

ama çocuklar ceplerinde cadının evinden aldıkları altınla çıkagelince sarılmasını bilirsin. çok üzülmüş de, çok merak etmiş de… siktir ordan hayvan herif. acaba hansel çil çil altınları avucuna saymasaydı yine sevinecek miydin? madem çok üzüldün niye hala evdesin? niye çıkıp aramadın o yavruları? niye yollarda değilsin? kimi sikiyorsun sen mirim? sen nasıl bir şerefsizsin?

bir sözüm de buradan hansel’e, senin kafana sıçayım ben yavrucum. adam seni karı lafına bakıp ormana atmış hala ne bok yemeye evim diye, babam diye o adama geri dönüyorsun? bugüne bugün koca cadıyı devirmiş insansın, altınları da kapmışsın kursana hayatını, kazansana ekmeğini? yarın bir gün o altınlar bitince bu adamın seni çuvala koyup nehre atmayacağının garantisi var mı? lan adam aç kalmayalım diye sizi sattı anlasana. bizim babalarımız biz doyalım diye, yemek yemez köşeden izlerdi bizi. kendileri yemez bize yedirirlerdi. seninki ne yapıyor? aç kalmayalım aman diye ormanın kuytularına atıyor ve sen hala koşa koşa baba diye bu adama sarılıyorsun.

biliyor musun hansel sana değil gretel’e acıyorum. o çocuğu da yaktınız arada götverenler!

30 Mar 2010

Ünlüler-Babaları


Son zamanlarda magazin dünyasında hiç ünlü ve babası haberi yapılmadığından hareketle olayı araştıran muhabirimiz ilginç bilgilere ulaştı.

Buna göre ünlülerin hepsi babalarına adam gibi bakıyor, hiç bakmıyorum diyen ise babasının sigortasını ödüyor. Magazin dünyası ünlülerin annelerinin peşine düştü.

Paylaş

16 Eyl 2009

KOMPLO TEORİLERİ -3-

Araplar neden Ramazan ayına bir gün erken başlar?





Her ramazan ayında İslam aleminin yaşadığı bir dilemma var, ramazan hangi gün başlar? Çoğunlukla Arap ülkeleri bizden bir gün önce başlar oruç tutmaya haliyle bizden bir gün önce de ramazan bayramına girerler. Teknolojinin dibine vurduğu, artık neredeyse her evde bir teleskopun bulunduğu, uzaydaki uydu sayısının tutulamadığı şu dönemde hala nasıl oluyor da hilali görmenin bu derece muallâkta olduğunu anlamıyorum. Kâbe’nin karşısına 7 yıldızlı otel dikmesini bilen Arapların neden eski geleneklere bu kadar bağlı kaldıklarını anlamakta güçlük çekiyorum. Sanki İslam’ı tam anlamıyla yaşıyorlar da bir ramazan ayına başlamaları kusur kaldı. Allah teleskop diye bir icat sunmuş insanlığa kullansana? İnşaat teknolojisindeki, sonradan görmelik hususundaki hiçbir gelişmeyi kaçırmıyorsun da teleskopu kullanmak mı günah?

Neyse konumuz o değil, asıl komplo teorisi başka. Sözüm ona Arapların ramazan ayına bir gün erken başlamalarının temelinde yatan gerçek bambaşkaymış; niyetleri Türkiye’den bir gün önce bayrama girip Arabistan’da fitreleri topladıktan sonra kafileler halinde Türkiye’ye gelip burada da fitre toplamakmış. Böyle böyle zengin olan Arap sayısı hiç de azımsanacak gibi değilmiş. Resmen Arabistan’da bir fitre sektörü oluşmuş. Ramazan ayına başlamadaki kaymadan istifade ederek küpünü dolduran binlerce insan varmış.

İnsana çok saçma geliyor, böylesine kutsal bir ayın böylesine çirkin şekilde kullanılması insanı rahatsız ediyor ama durum bundan ibaretmiş. Eğer inanmıyorsanız ramazan bayramının birinci günü yolda gezen kara kuru insanlardan birini çevirip “ne istiyorsun?” diye sorun, size sadece “şükran, ayva” diyebilecektir. Onca yıldır buraya gelirler hala Türkçe öğrenememiş olmaları da bir tuhaf?

14 Eyl 2009

KOMPLO TEORİLERİ -2-

Dizilerin amacı ne?





Ne güzel değil mi, onlarca dizi var televizyonlarımızda hepsini zevkle izliyoruz. Aşk-ı memnu, yaprak dökümü, dudaktan kalbe, hanımın çiftliği, kavak yelleri, canım ailem, vs. hepsinde birbirinden kaliteli oyuncular, birbirinden yakışıklı adamlar ve birbirinden güzel kadınlar var. Peki, neden son zamanlarda bu kadar arttı bu diziler? Ve neden tutuldular? Önceden on dizinin 8’i yayından kaldırılırken, bu kadar dizi yayınlanmazken şimdilerde neden bu kadar çok dizi izliyoruz?

Bunların hepsi Amerika’nın kültürel emperyalist tutumunun bir parçasıdır. Cnbce ile bize empoze etmeye çalıştığı yoz hayatı benimsemekte güçlük çekince biz devreye bizden yozluklar koyma yolunu seçmiştir. Bakın dizilere hepsinde bir aldatma, bir boynuzlama, bir tren, bir grup almış yürüyor. Bugün bununla sevişen kızımız ertesi gün bir başkasıyla sevişmekten imtina etmiyor. Nikahsız yaşamak özendiriliyor, aynı evde amcanın karısını yemek çok normal bir şeymiş gibi sunuluyor. Diyeceksiniz ki bunlar yeni değil, eskiden yazılmış romanlar. Tamam belli diziler için öyle ama romanın nasıl lanse edildiği de önemli. Şimdi bu dizilerin TRT çekimlerine bir bakın dönüp bir de bunlara bir bakın. Resmen amca karısı yemeyi özendiriyorlar, Kıvanç Tatlıtuğ, Burak Hakkı, Beren Saat, Fahriye Evcen gibi güzel kadınları ve yakışıklı erkekleri oynatıyorlar, gençlerin beğendiği isimleri sürüyorlar sahneye ki özenelim diye.

Bu bir politikadır, oyuncular elbette ki bunun içinde değildir ama kullanılmaktadırlar. Amerikan menşeli yapımları Türkçeleştirerek sanki bizdenmiş gibi bize sunuyorlar bunun neticesinde de kültür erozyonu yaşatmayı amaçlıyorlar ki başarısız olduklarını söylemek çok zor. Bugün gençlik artık bunlarla büyüyor, bakın 3. Sayfa haberlerine akla hayale gelmeyecek fantezi cinayeti haberleri var, üvey annesiyle kaçan çocuklar, eniştesinden çocuk doğuran baldızlar var, neden?

Cevap vermek hiç de zor değil. Amerika istediğini elde etme yolunda hızla ilerliyor. Cnbce dizileri ile elde edemediği çöküntüyü kaleyi içten fethederek yapmaya çalışıyor ve başarılı olma yolunda. Bu zinciri kırmak bizim elimizde. Tavrımızı koymasını bilmeliyiz, aile kurumuna bağlılığımızı sergilemeliyiz. Eğer geç kalırsak Türkiye’nin “sex and the city” olacağı günler çok uzak değil, ondan sonra karımıza, bacımıza asılan Mr. Big’leri, Behlülleri nasıl savuşturalım diye düşünür dururuz.

Yarın çok geç Türkiye silkelen artık!!

KOMPLO TEORİLERİ -1-

İstanbul'daki Cruise Gemileri?






Neden son zamanlarda İstanbul’a gelen cruise gemilerinin sayısında belirgin bir artış var? Neden Karaköy limanında her gün en az 2 cruise gemisi demirli? Neden cruise gemilerinin biri giderken biri geliyor? Hiç düşündünüz mü? Tamam, İstanbul zaten çok turist alan bir şehir ama neden özellikle bu yaz cruise gemilerinin sayısında önceki yıllara göre büyük bir artış var? Ve neden bu gemilerle gelen turistlerin %98’i 50 yaşın üzerinde?
Çoğunuz bunu İstanbul’un 2010 dünya kültür başkenti olmasına, tarihi ve turistik yerlerin cezp edici olmasına, Akdeniz turu düzenleyen cruise gemilerinin İstanbul’u es geçmesinin mümkün olmamasına bağlayacaksınız biliyorum, haksız da sayılmazsınız ama bunun altında yatan sebep başkadır arkadaşlarım. Özellikle gelen turistlerin 50 yaşın üzerinde olması tuhaftır. Bunu sizler için araştırdık ve altında yatan korkunç gerçeği ortaya çıkardık.

İstanbul’a gelen turistlerin hemen hemen hepsi Yunanlıdır!
Evet bu doğrudur çünkü cruise gemileri İstanbul’a Atina limanına uğradıktan sonra gelmektedir. Atina da inen turistlere buranın son durak olduğu söylenmekte ve şehri 5 gün boyunca gezebilecekleri ve her şeyin kendilerine %50 indirimli olduğu söylenmektedir. Zaten beleşe bayılan kodaman yaşlı turistler bu olayı hiç sorgulamamakta, neden Barselona’da 2 gün kaldık da burada 5 gün kalıyoruz dememektedirler. Boşalan gemilere Yunan hükümetinin belirlediği böbrek rahatsızlığı olan ve idrarları aşırı derecede asidik olan Yunanlı yaşlılar yerleştirilmekte ve Türkiye’ye yollanmaktadır. İstanbul’da 2 gün kalan bu gemilerdeki yaşlılar hemen Yunan hükümetinin verdiği parayla bütün tarihi ve turistik mekânlara gitmekte ve çatır çatır işemektedir. Asidik olan idrarları ise maalesef tarihi dokuyu günden güne eritmektedir. Topkapı sarayının müdürü İlber Ortaylı daha geçen açıklama yaptı ve bu tahribattan kargaları sorumlu tuttu ama gerçek başkadır. Gerçek asidik idrarlı Yunanlı yaşlılardır.

Türk hükümeti bu olayın hala farkında değildir. Karaköy gümrük müdürü başbakanlığa bir dilekçe ile başvurmuş ve “Curise gemileriyle gelen kişilerin çoğu aynı kişiler, bunun araştırılmasında fayda var…” demiştir ancak bu konuda hala bir adım atılmamıştır. Yunan hükümetinin özel seçtiği asidik idrarlı 1000 kişi tarihi mekânlarımızın içine mütemadiyen sıçmaktadır buna dur diyecek bir kişi yok mudur bu ülkede?

Fırsatı olanlar bugün Karaköy limanına bir baksın, 2 tane cruise gemisi var. Buna binen yaşlıları iyice incelesin ve sonra gelecek hafta bir daha baksın görecektir ki bu kişilerin %99’u aynı kişilerdir. Akşama kadar bira içip, Topkapı sarayına, Dolmabahçe sarayına, aşiyan’a, Sultanahmet Meydanı’na işeyenler bunlardır. Ecdadın kemiklerini daha fazla sızlatmayalım, gelin Yunanın bu oyununu el birliğiyle bozalım. Yeter tarihimize bu kadar zulmettikleri.

13 Mar 2009

geçmişten gelen


Işık sesten hızlı, bu yüzden hep önce hayalini görüyorum ardından sesler çalınıyor kulaklarıma. Dinlemek istemediğim şeyler söylediklerinden değil, hayaline daldığım için dinleyemiyorum söylenenleri, söyleyen sen misin ondan bile bi haberim. Ama ben zaten senin gözlerine aşık olmuştum. yaşadığım yıllar ayak izleri gibi, ileri giderken bıraktığım. hepsi benden bir parça ve ne acıdır ki hepsi birbirinin aynı. Belki de bu yüzden çıkmayı seçtin sen hayatımdan, aynılıktan sıkıldığın için. Kimileri monotonluk da diyor buna ama ben aynı diyorum, yaşadığım yıllar karbon kopya gibi. Her yeni yılın başında verilen aynı sözler, yılın ilk ayı unutulan değişimler, bahara doğru silkinme isteği, yazın unutkanlığı ve kışın miskinliği. hepsi birleşti ve beni bugün olduğum noktaya getirdi. Koca bir sensizlik ve gitgide büyüyen.

Sensizlik yaşantımdan hızlı, bu yüzden hep önce sensizliği yaşıyorum günlerimde. Yatağımda uyandığımda aklıma ilk gelen şey yanımın boş olması, sonra evin boşluğu, sonra hayatımız boşluğu...böyle gidiyor. Sensizlikle şekillendirdiğim hayatımı senin olmayışının etrafında yaşıyorum. Atamadım üzerimden senden kalanları. Bazen o kadar kızıyorum ki kendime, seni bu kadar merkezine koydum hayatımın diye, sonra affediyorum kendimi. Yıllar arkamda bıraktığım ayak izleri, ileri doğru giderken ve her yıl biraz daha derinleşip, fazlalaşıyorlar. Arkama dönüp bakmıyorum artık, görecek hiçbir şey yok, olsa da benim isteğim yok. Yavaş yavaş yaşadığım ömrümün hızla sonuna geliyorum sanki ve ben daha bir sürü eksiğim, içim bomboş, kupkuru. Koca bir sensizlik ve gitgide derinleşen.

Algım hayatın akışından hızlı, bu yüzden en az on yıl daha yaşlı hissediyorum kendimi. Hayat bana yetişemiyor, aslında benden hızlı gidiyor ama yaşayanlar için. Kendini hayatın seyrine bırakanlar, hayattan tad alanlar için. Benim gibi 'bitsede gitsek' anlayışıyla yaşarsan hayatı kalıveriyor bir yerde, sen gidiyorum sanıyorsun ama aslında senin yanındakiler gidiyor. Sonra yalnızlık gelince bir anda nerede bu kadar insan diyorsun. Gittiler canım benim, sevdiklerin, bildiklerin, duydukların birer birer gittiler. Şimdi hayatın gibi bomboş odanda oturup dört işlem hesabını yaparsın hayatının. Toplar, çıkarır, bölersin, sonuç sıfıra yaklaştıkça eksilen sen olursun. Bölmenin kalansız olması matematik gibi sevindirmez seni, istersin ki elinde kalan bir şeyler olsun, ama yok, aslında var; sıfır.

Tükenişim yenilenmemden hızlı, bu yüzden yenilediğimi sandığım duygularım daha ben onları yaşayamadan körelip gidiyor. Ondandır ki hep eskiden kalmış, bayat duyguları yaşıyorum. Yaşıyorum değil aslında tekrar ediyorum. Hayat belki bir noktadan sonra aynı olmalıydı, bunu kabul etmiştim zaten ama bu kadar erken tekrara girmesi ürkütüyor beni. Beklediğim son, beni bulacak olan son değil esasen hissediyorum ama sensizlik beni o sona götürüyor. Eğer imkanım olsaydı büyük ekran bir tv'de izlemek isterdim senli ve sensiz hayatlarımı. Kurgusu harika bir film gibi. Bir yanda seninle mutlu mesut ben, öte yanda şimdi bunları düşünen ben. Belki başka bir yerde seninle mutlu olan bir ben var kimbilir, şans o ki ben öteki sensiz ben olmuşum bu hayatta. İşte bak bu biraz avutuyor beni, seninle beraber mutlu olan bir ben var zaten.

Yakınmalarımdan avuntularımdan hızlı, o yüzden avunamıyorum ben. Seninle olan ben, bu ben olmalıydı. Yine yakınmaya başladım değil mi?